Şimdiye kadar gidemediğimiz yerler var ama gidemeyeceğimiz hiçbir yer yok.

Yeter ki siz isteyin.

Lütfen Gitmek İstediğiniz Destinasyonu Girin

Sosyal Medya Hesaplarımız

TOP
Image Alt

CEHENNEME GİDEN MERDİVENLER – JAVA’NIN AKTİF VOLKANI BROMO

CEHENNEME GİDEN MERDİVENLER – JAVA’NIN AKTİF VOLKANI BROMO

Probolingo’daki otelimde sabah saat 4:30 suları. Gün ışığının odama süzülmeye başladığı, sabahın bu çok erken saatinde koridorda bağıran genç kızlar ve banyoda su dökünürken en iğrencinden balgam sesi çıkaranlar nedeniyle uyuyamıyorum. Şimdi de ne olduğunu anlayamadığım, kelimeleri uzata uzata konuşan bir erkek sesi hoparlörden bağırıyor. Gerçekten bir türlü rahat edemedim bu ülkede.

Probolinggo’da sabah kahvaltı yapabileceğim bir yer bulamayacağımı bildiğimden bir gece evvel bir marketten poğaça türü şeyler alıp hazır sütlü sıcak kahvemle odamda hallediyorum.

Ana caddeden, sarı renkli minibüslerden birine atlayıp terminale gidiyorum. İçeridekilerden biri, Eritre’deki iç savaş sırasında kaçıp Endonezya’ya yerleşen ve burada otobüs şoförlüğü yapan bir Müslüman. İngilizcesi iyi sayılır. Eritreli, “Endonezya’da en hoşlanmadığın şey nedir?” diye sorunca hemen “yabancılardan çok fazla para almaya çalışıyorlar” diye yanıt veriyorum. Hemen ardından, muavin benden bilet ücreti olarak şoförün başının üstündeki fiyat tarifesinin iki misli para almaya çalışıyor. Konuşmamızın tam üstüne geliyor, “Sen de görüyorsun işte” diyorum.

Terminalde adamın biri daha minibüsten inmeden “Bromo” deyip sırt çantamı kapıyor. Neyse, zaten bu minibüsle gitmek zorundayım. Oldukça kirli bir minibüs. İster istemez yerleşiyorum.

Cemara Lawang’ta ilk otelde oda fiyatları anormal şişirilmiş. İkinci otele yerleştikten sonra bir an önce Bromo’nun kraterine gitmek istiyorum ama hava sürekli sis indiriyor. Bir an önce gitme isteğimi ertelesem iyi olacak gibi.

12:30 sularında havayı iyice açmış görünce otelimin önündeki dik patikadan krater çanağına inmeye başlıyorum. Karşımda inanılmaz bir manzara var. Yerlilerin çöl dediği, dümdüz bir arazi, bu araziyi çevreleyen ve neredeyse geniş bir daireyi tamamlayan tepeler, çölün ortasını bölen ve yukarıdan incecik görünen toprak yollar, üzerindeki bembeyaz dumanı ile içteki ikinci bir aktif volkan Bromo ve hemen onun yanında tam bir koni olan Botak Dağı.

İniş, oldukça dik bir patikada devam ediyor. Ayaklarımın altındaki toprak, toz haline gelmiş. Her adım atışımda müthiş bir toz bulutu havaya kalkıyor. Yürüyüş ayakkabılarım ve pantolon paçalarım toz içinde. Manzara ve toz bulutu, sanki apayrı bir dünyada, belki de uzak bir gezegende olduğumu hissettiriyor. Kayıp düşmemeye çalışarak aşağıdaki düzlüğe varıyorum. Patika, sanki bir dere yatağındaymışım izlenimini veren geniş bir kumlukta devam ediyor. Krater istikametinde yürürken iki kuvvetli hortum oluşuyor. Ortalığı toz duman içerisinde bırakıp bir-iki dakika sonra yok oluyorlar. Yakınlarımdan geçseler tepeden tırnağa tozun içinde kalacağım.

Patika, kratere çok yakın bir yerdeki Hindu tapınağına doğru ilerliyor. Görünüşü göre yeni bir yapı gibi duruyorsa da aslında çok eski, son dönemde yenilenip büyütülmüş. Bromo, Java ve Bali’de yaşayan Hindularca kutsal bir yer. İnançlarına göre Hinduizm’in üç önemli tanrısından biri olan Brahma burada doğmuş. Brahma’nın en belirgin simgesi olan ateş, Bromo’nun lavları ile özleştirilmiş. Tapınak da Tanrı Brahma adına yapılmış.

Yüz metre kadar ilerimde yine büyükçe bir hortum oluşuyor. Yükseklerde, büyük bir hızla dönen siyah naylon torbalar var. Başka bir anafor da yürüyüş istikametime dik bir şekilde ilerliyor ve aramızdaki mesafe gittikçe azalıyor. Seyretmesi bile insana değişik bir haz veriyor. Ama asla içinde ve yakınında olmak istemem o toz yığınının.

Tapınağın giriş kapısına varıyorum. Hindu olmadığım için giremezmişim. Kratere doğru devam ediyorum. Düzlük çöl bitip, sanki kurumuş bir çamur deryasına benzeyen yüzeyiyle volkanın dış yüzü başlıyor. Atları ile yukarıya taşımak isteyenler “mister, mister” diye sesleniyorlar. Niyetim tepeye kadar yürümek. Yürüyüş yolu yine kum bir zemin. Üzerine tanrılar adına bir sürü yiyecek bırakılmış iki basamaktan oluşan bir beton platform görüyorum. Onu da geride bıraktığımda su satanların ısrarları ile karşılaşıyorum.

Nihayet dik koniyi çıkabilmek için yapılmış, “cehenneme giden merdivenler “in başındayım. En az yüz elli basamak var gibi. Rüzgâr oldukça sert esiyor ve sürekli kum yağdırıyor. Nefeslene nefeslene tepeye varıyorum. Üzerinde “be careful” yazan beton parmaklığın kenarından volkanın içini rahatça görebiliyorum. Aşağılarda, büyükçe bir oyuktan sürekli beyaz dumanlar geliyor. Bembeyaz küçük bir gölün hemen yanından yükseliyorlar. Dumanlar bir ara yön değiştirince gölün diğer tarafındaki oldukça derin bir yarıktan da duman çıktığını görüyorum. Çok farklı bir görüntü. Sanki dünya dediğimiz yerküre yeniden şekilleniyor.

Tepe çok rüzgârlı. Çanağı dolaşmak da oldukça tehlikeli. Fotoğraflarımı çektikten sonra fazla kalmak istemiyorum ve yavaş yavaş aşağıya iniyorum. Yine at sürücüleri ve motosikletliler ısrar ediyorlar merdivenlerin sonunda.

Büyük çanağın tabanındaki dümdüz arazinin ortasında yürüyorum. Sağ tarafım tamamen sisle kaplı. Uzayın derinliklerindeki küçük bir gezegenin yüzeyinde kendimle birlikte yaptığım ıssız yürüyüşü karşıdan gelen bir atlı bozuyor.

300 metrelik dimdik ana çanağı çıkarken oldukça terliyorum. Bir duş alsam iyi olacak. Su buz gibi. Dağ tepesinde olduğumuz için burada herkes sıkı giyiniyor. Odada kestirirken üşüdüğümü hissediyorum. Çıkıp restoranın önündeki, volkanlara bakan banklarda oturmak geliyor aklıma. Dağların üzerine yaklaşmış tatlı bir güneş içimi ısıtıyor. Hava tamamen açık ve etraf olabildiğince sessiz. Bir an için kendimi oldukça huzurlu ve dingin hissediyorum. Yükseklerde olmanın verdiği farklı bir ruh haliyle Tanrıya daha yakın olmanın verdiği hazzı derin derin nefeslerle yaşamaya çalışıyorum. Hiçbir şey düşünmediğim, tamamen arınmışlığın ve saflığın zirvelerinde dolaştığım çok müstesna bir an.

Güneş harika ısıtıyor. Bulunduğum noktadan görünmeyen ama adadaki en aktif volkanlardan biri olan Semeru’nun üzerinde yükselen mantar topu gibi duran duman bulutunu görüyorum. Gittikçe yükseliyor ve genişliyor. Yarın sabah erken kalkabilirsem ve hava açık olursa, Semeru’yu görme şansım olacak.

Yavaş yavaş güneş iniyor ve çanağın arkasına geçiyor. Bu andan sonraki kısa zaman diliminde, volkanların üstünde yarattığı enteresan ışık oyunları ile harika bir günbatımını seyrediyorum diğer yabancılarla birlikte. Oldukça farklı ve olağanüstü bir manzara. Özellikle Batok’un harika konisinin silueti, kırmızı bulutların önünde muhteşem görünüyor. Bol bol fotoğraf çektiğim bir an.

Gece oldukça üşüyorum. Soğuk olacağını tahmin ediyordum ve bu nedenle polarımı da kolayca ulaşabileceğim bir yere koymuştum. İnce battaniyenin altında titremeye başlayınca Katmandu’dan aldığım büyük yağmurluğu da üzerime örtünce hava geçirmediği için çabucak ısınıyorum. Defalarca uyandığım, bölük pörçük bir uykunun arasında saatimin alarmı 03:15’te çalmaya başlıyor. Dışarısı soğuk olacağı düşüncesi ile yatağı terk etmekte kararsızım. On beş dakika sonra yan odadakilerin kapısı çalınmaya başlayınca, ani bir kararla yataktan kalkıp havayı kontrol etmek için dışarı çıkıyorum. Yüzlerce yıldızın arasında muhteşem bir dolunay, gökyüzünde asılı duruyor. Bulut ya da sis yok. Bu fırsatı kaçırmamam gerek. Gün doğumunda Patnalatan Dağında olmalıyım. Polar ve ince yağmurluğumu giyip yola çıkıyorum. Yürüyüşe başladığım ilk anda, gecenin son saatlerinin serin havası yüzüme çarparak kendini hissettiriyor. Ellerimi ceplerime sokup yola devam ediyorum. Ortalık neredeyse gündüz gibi aydınlık. Asfalt yol şimdilik eğimsiz devam ediyor. İlk on beş dakikanın sonrasında köpek sesleri başlıyor. Yürüdükçe, sesler daha yakınlaşıyor. Üç köpek yolun iki yanındalar ve bana çok yakınlar. Hiç istifimi bozmadan, ama biraz da çekinerek, içimden onları çok sevdiğim mesajları göndererek devam ediyorum. Neyse yaklaşmıyorlar.

Solumda, ay ışığının aydınlattığı inanılmaz bir manzara var. Böylesini ilk kez görüyorum. Dün yürüdüğüm, “çöl” adı verilen düzlük tamamen sisler içinde. Sis, ana çanağın tabanına çökmüş ve her yeri kaplamış. Bromo ve Botak’ın zirveleri, sis bulutunun üzerinde muhteşem görünüyorlar. Çok arkalarda karaltı halinde Semeru Dağı var.

Asfalt, yerini toprak yola bırakıyor. Memleketten binlerce kilometrelerce uzakta, ıssız bir ormanın içindeki patikada, karanlığın içerisinde yalnız başıma yürürken kendi kendimle konuşuyorum. Nedir beni çeken bu inanılmaz cazibeli şey? Birkaç kare fotoğraf alıp bir gündoğumu seyredeceğim alt tarafı. Nereden geliyor bu cesaret, bu korkusuzluk? Sadece heyecan ve keşif dürtüsü mü?

Nefes nefese olduğumu hissettiğimde biraz dinlenip su içiyorum. Patika oldukça daralıyor ve bir süre sonra geniş bir düzlüğe çıkıyorum. Bundan sonra yol nasıl devam ediyor acaba? Karanlıkta görebildiğim kadarıyla düzlüğün diğer köşesinde dik bir çıkış var. Ellerimle çevredeki ağaç dallarına tutunarak çıkıyorum ama on metre kadar ileride patika bitiyor. Çok dik bir eğimde tehlikeli bir yan geçiş var ve biraz evvelki geniş düzlüğün on beş metre kadar üstünde olduğumu tahmin ediyorum. Patika bu olamaz. Çok tehlikeli bir yer. Geriye dönme zamanı. Geniş düzlüğe iniyorum. Mutlaka bir yerlerden çıkış olmalı. Etrafı tekrar dikkatle araştırdığımda ağaç gölgelerinden dolayı karanlıkta kalmış, uzun çalılar nedeniyle de görüş açısından çıkmış bir noktada küçük merdiven basamaklarını buluyorum. Tamam, dün akşamüstü konuştuğum yaşlı Hollandalı çiftin söylediği merdivenleri buldum. Çok sevinçliyim.

Ortalık kızıllaşmaya başlıyor. Bir an evvel tepeye varmam gerekiyor. Güzel bir merdivenli yol yapmışlar. Nefes nefeseyim ve kalbim çok kötü atıyor ama mola vermek de istemiyorum. Ohh, nihayet iki oturma bankının olduğu terasa vardım. Tripodumu kuruyorum. Birkaç dijital fotoğraf alıyorum ama maalesef batarya bitmiş. Yedeği de şarj edilmemiş. Kızıyorum kendime. Ne yapabilirim, kaldığım odada priz yoktu.

Güneş doğmadan önceki dakikalar. Manzara inanılmaz derecede olağanüstü ve muhteşem. Solumda harika bir kızıllık. Her iki volkanın üzerinde pembeleşen tonlar. Gri ile mavi arasında bir renkteki sis bulutu. Bembeyaz dumanları havaya yükselen Bromo volkanı. Şimdiye kadar hiç tanık olmadığım bir manzara. Bulunduğum platformda kimsecikler yok. Yalnızlığım ve bu güzelim manzara. Harika bir duygu. Çikolata parçalı bisküvimi açıp arada sırada atıştırıyor ve renkler değiştikçe deklanşöre basıyorum.

Misafirlerim var. Yogyakarta’daki Sultan Sarayında dans gösterisi sırasında gördüğüm ve dün Bromo treki tamamlayıp son dik parkuru çıkarken karşılaştığım genç çift. Son karşılaşmamızda kıza, daha önce onu gördüğümü söylemiş ve belki Bali’de tekrar karşılaşabileceğimizi söylemiştim. Yine aynı çift. Kız da şaşırıyor. Erkek Kanadalı, bayan ise Tayvan’lıymış. Biraz sohbet ediyoruz. Bu arada Semuru bir kez daha bir mantar topu bırakıyor gökyüzüne.

Güneş yükselmeye başlıyor. Toplansam iyi olacak. Hızlı bir tempo ile aşağı inip kahvaltıdan sonra Bali’ye geçmeye çalışacağım. Yolda, benden on beş dakika kadar önce yukarılardan gelip aşağı inen genç bir bayanı yakalıyorum. Bolivya’lıymış. O da yalnız dolaşan bir gezgin. Havadan sudan sohbet ediyoruz. Burma’yı yalnız dolaşıp dolaşamayacağını merak ediyor. Hotel restoranının önünde karşılaştığım İngiliz genç, jeep’le çıktığı tepede en az iki yüz kişinin olduğunu söylüyor. Bence bulunduğum yer harikaydı.

Yine buz gibi suyla duş alıp eşyalarımı topluyorum. Kahvaltıdan sonra sekiz buçuk gibi otelin önünden Probolinggo’ya gidecek minibüse biniyorum. Hedef, Asya’daki son durağım “Tanrıların Adası Bali”.

Faruk BUDAK

You don't have permission to register
Open chat
Merhaba,
Size nasıl yardımcı olabiliriz?