GOA ve KERALA / HİNDİSTAN
GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE UZANAN KÖPRÜDE ADIM ADIM 14 AY
ASYA – AFRİKA 2002 – 03
Hindistan haritasına bakarsanız batı sahilinde 10ncu paralelin geçtiği noktada Kochin ya da Cochin adlı şehrin (aslında bir ada) kıyıdaki bağlantısı olan Ernekulam’dayım. Hava zaten iyice ekvatora yaklaşmış olmamdan dolayı sıcak, bir de Hindistan’ın yaz mevsimi olan dönemdeyiz. Sıcaklık gündüz gölgede 45 derece civarında dolaşıyor ve ben bu havada bir yerleri gezmeye çalışıyorum. Aslında UNESCO World Heritage Listesini kafama takmamış olsaydım şimdiye kadar çoktan kuzeyde bir yerlere geçmiş olurdum ama bu diziyi tamamlayıp Hindistan’ı öyle terketmek istiyorum ve bu nedenle bu dayanılmaz sıcağa dayanmam gerekiyor. Bu arada sıcaktan sırtımda da sivilceler çıkmadı değil.
Geçen hafta Karnataka’daki Hampi ve Badami kasabasında Pattadakal Tapınaklarını da gezdikten sonra Badami’den uzun bir yolculukla eski bir Portekiz sömürgesi olan Goa’ya geçtim. Ama ne yolculuktu dostlar. İşte o 23 Nisan günü yaşadıklarım.
Sabah Badami kasabasının tren istasyonundan bindiğim tahta sıralı bir yolcu treninde iki saatlik bir yolculukla aktarma noktası Gadag’a geldim. Buradan Goa’daki Vasco Dö Gama’ya (kimdi bu adam ?) gidecek trende yer bulamadım. Tek çare tekrar otobüsle önce Hubli’ye oradan da Vasco Dö Gama yerine Goa’daki Panaji’ye gitmekti. Şansıma her ikisi de ordinary bus (koltuksuz sıraları olan) çıkmazlar mı? İlki bir saat sürdü ama ikinci yolculukta beş saatin neredeyse dörtte biri son derece virajlı yollarda savrularak geçti. Deniz kenarına indiğimizden birden yoğun bir rutubetin içine girmek te birden alışamadığım bir duygu. Otel olarak baktığım üç yeri de beğenmeyince dördüncüye bir geceliğine razı oldum ama aşırı rutubet, sivrisinek saldırıları ve vantilatörün yoğun çalışması sonucu sabaha kadar uyku uyuyamadım. Bütün gün çok zor şartlar altında seyahat et ve gece de bir türlü dinleneme.
Ertesi sabah Old Goa’daki ilk Hristiyan kiliselerini (Hepsi UNESCO korumasında) gezdikten sonra hemen Güney Goa’daki Margao (ya da Magdaon) şehri üzerinden Benaulim’e geçtim. Plajları ile ünlü bir yöre burası. Neyse kalacağım pansiyona yerleştim ama yorgunluktan ve sıcaktan bir restoran arayacak halim bile yok. Pansiyoncu kadının yaptığı bir şeyleri yeyip (Balık çorbası ve lapa pilav – çorbanın içinden de sanki sürekli taş çıkıyor gibi bir histen dolayı yiyemedim) kendimi yatağa attım. Akşam üzeri de plaja. Enfes bir kumsal, hem de kilometrelerce. Ucu görünmüyor. Dünkü çilelerimden sonra biraz huzur buluyorum gerçekten. Bir balıkçı ile uzun uzun balık sohbeti yapıyoruz.
70lerin başlarında hippiler keşfetmiş buraları. Hiç bir konaklama tesisi olmadığı için plajda ağaç dallarından yaptıkları derme çatma kulübelerde kalırlar, hatta bunları da giderken yeni gelenlere satarlarmış. Şimdilerde ise 5 yıldızlıların doldurmaya başladığı dünyaca ünlü bir tatil yöresi. Bugünler ise mevsimin sonu. Yani ben Eylül sonu Bodrum yolcusu gibiyim.
Güneş batınca yavaş yavaş uygun bir restoran bulayım derken öğlen pansiyonda karşılaştığım İspanyol genç çift, derme çatma kulübemsi bir kafenin önüne kumların üzerine attırdıkları eski bir tahta masadan el sallıyorlar. Güzel bir sohbet daha. İvan, bizde de gösterilen o uzun İspanyol dizilerinde oynuyormuş. “Yaptığım işi saçma buluyorum ama iyi para kazanıyorum” diyor. Kız arkadaşı da bir tiyatroda dekaratör olarak çalışıyormuş. Akşam yemeğini birlikte orada yiyoruz. Tavada mısır ununda pişirilmiş bol sarımsaklı enfes bir kingfish ve ardından bol karidesli paella. Tabi büyük kingfisher birası da var (hepsi 2,9 $). Dalgaların sesinde gerçekten huzur buluyorum ve dünkü çileleri unutuyorum.
Ertesi gün kez uçsuz bucaksız kumsalda rahatça denize giriyorum. Bu, benim doğuda ilk kez yalnızken denize girişim oluyor. Su, hamam suyu kadar sıcak. Keyifli bir gün. Yine ayni yerde yemek yiyorum.
Bir gece otobüsüne bilet alarak yolumun üzerindeki bir şehre, Mangolore’ye gidiyorum. Burası daha yolumun yarısı. Sabah erkenden orada olup başka bir otobüsle de Ernekulam’a geçmeyi düşünüyorum. Sıcak havada zorlu bir yolculukla sabah 5buçukta varıyorum. Buradan da sadece bir tane otobüs varmış ve o da gece 10da. Son çare tren istasyonuna gidiyorum. Şayet yer bulamazsam doğu sahiline geçeceğim. Aktarmalı olarak passenger train varmış (tahta sıralı). Çaresiz bilet alıyorum. Gece 20:30da Ernekulam’a varana kadar beklemeler dahil neredeyse 36 saattir yolda, otogarlarda ya da tren istasyonlarındaydım. Neyse üçüncü baktığım otel harika, tertemiz bir yer. Duştan sonra deliksiz bir uykuya geçiyorum.
Galiba “çok hızlı gittiğimi” düşünmeye başlamışken Türkiye’de bir başka yerden de ayni teyid geliyor. Biraz tempomu düşürmem gerekiyor. Ülkesine dönen bir alman gazeteci kız çıktı karşıma 26 Nisan günü. Belki de daha doğrusu “son anda karşıma çıkarıldı”. 5 yaşındaki oğluyla gelmiş 7 haftalığına. Aslında planında olmamasına rağmen bunun iki haftasını da görmeyi çok istediğim, ama nerede olduğunu bilemediğim, elimdeki rehber kitapta da olmayan bir yerde geçirmiş. Şimdi onun tarif ettiği yere, daha da güneyde bir yerlerde, başka bir ashram’ı görmeye gideceğim. Belki bir kaç günlük program dışı bir mola vermek durumunda kalabilirim.
Sevgiyle ve sevgimle kalın hepiniz…
Dr. Faruk BUDAK