OKAVANGO: KALAHARİ’YE YENİK DÜŞEN NEHİR
Samanyolunun çılgınca parlaklığı altında şaletime (lüks bungalov) doğru yürürken gecenin yıldızlarına karışan muhteşem bir devinimi tüm akustik canlılığıyla yaşıyorum. Gece kuşlarının bir ağaç vibrafon tınıları kadar ritmik senfonisi ve şaletimin sadece on metre kadar ilerisinde, lagünün suları içinde, kendince oynaşan hipopotamın çıkarttığı su püskürtme sesleri… Afrika’nın derinliklerinde bir yerlerde olmanın tarif edilemez mutluluğu ve eşsiz bir huzur duygusu anları… Afrika’nın güneyinde, Botsvana topraklarındaki Kalahari Çölünün ortalarında muhteşem bir sulak alan olan Okavango Deltasında, medeniyetten çok çok uzakta ama sunulan imkânların en üst düzeyde olduğu harika bir tesiste, şu anda tüm hissettiklerim bunlar.
Angola topraklarından doğan Okavango Nehri, Afrika’daki tüm kardeşleri gibi ya Atlantik’e ya da Hint Okyanusuna ulaşma tercihini daha uzaklarda olmasına rağmen Hint Okyanusuna kullanır. Doğduğu yere oldukça yakın olan Atlantik Okyanusuna doğru yönelmek yerine, istikametini önce güneye daha sonra da Hint Okyanusuna ulaşabilmek için güneydoğuya çevirerek Botsvana sınırları içerisinde efsanevi Kalahari Çölünü geçmeye çalışır. Bir tarafta 1600 kilometrelik yolculuğunda dev bir su kitlesi ile coşmuş Nehir, diğer tarafta da neredeyse bir milyon kilometrekareye ulaşan büyüklüğü ile dev bir Çöl. Birinin diğerini alt etme mücadelesinin kazananı Kalahari Çölü olur. Nehrin yenik düştüğü on beş bin kilometrekarelik bölge, Güney Afrika’nın ortalarında bir yerlerde, olağanüstü güzellikteki nilüferlere kucak açmış berrak sularla dolu muhteşem bir iç delta oluşturur.

Botsvana’nın milyonlarca dolarlık turizm pastasında kilit rol oynayan Delta sayesinde önem kazanmış küçük Maun kasabasından günübirlik Delta gezileri düzenleniyor ama ilgi odağınız gerçek bir safari ve doğal yaşam ise medeniyetten biraz uzaklaşmak ve hayvan yoğunluğunun daha fazla olduğu yerlere gitmek, en akıllı tercih. Bunun için de tek alternatif, karadan ulaşımın olmadığı Deltanın orta bölgelerine küçük uçaklarla uçmak ve her birinin özel toprak pisti olan, doğayla uyumlu lüks tesis ve kamplarda konaklamak.
Maun’un küçük havaalanından havalanan çesna tipi 8+1 kişilik uçağımız birazdan Delta üzerinde uçmaya başlıyor. Nehir kollarının yeşillikler içinde kavisler çizerek uzanan görüntüleri herkesi büyülüyor. Taşkın döneminde suyla dolu küçük göletlere su bulma umuduyla gelmiş hayvanların yürüme izleri, muhteşem bir örümcek ağını andırırcasına görkemli. Fillerin yüzyıllardır kullandıkları patikalar da net olarak görülmeye başlıyor. Bir süre sonra uçağımız aniden yana dönmek için kanat kırıyor. Pilotun işaretiyle aşağılarda bir yerlerde beslenmeye çalışan büyük ama küçücük görünen bir fil sürüsüne odaklanıyoruz.
Bir saate yaklaşan uçuşun rotası, önümüzde belirlemeye başlayan toprak piste doğru yönelmeye başlıyor. Direk inme imkânı varken pilotumuz geniş bir daire çizmeyi tercih ediyor. Sonradan öğrendiğimize göre, uçağın gürültüsü havadan seçemediğimiz ve toprak pist üzerinde uyuyakalmış hayvanlara bir tür ikaz, “Biz geliyoruz, lütfen pistimizi terk ediniz”. Bizi kalacağımız tesise götürecek araç ve şoför hazır bekliyor.
İnsan yaşamının neredeyse hiç olmadığı Deltanın iç bölgelerinde, hayvanlar rahatsız edilmeden özgürce yaşamlarına devam ediyorlar. Suyun bolluğu, birçok cinsin yaşamlarını burada sürdürmesindeki en önemli faktör. Antilopların bolluğu, yırtıcıların ve büyük kedigillerin de konsantrasyonunun artmasındaki ana neden.

Kalahari, aslında savana denilen geniş düzlükleri, çalı toplulukları ve ağaçlık bölgeleri içermesine karşın aldığı yağış miktarının azlığı nedeniyle teknik açıdan “yarı çöl” olarak adlandırılan, Botsvana, Namibya ve Güney Afrika Cumhuriyeti topraklarına yayılmış bir çöl coğrafyası. Hint Okyanusundan gelen rüzgârları kesen doğudaki sıradağların varlığı, Afrika’nın güneyindeki bu iç bölgenin çok az yağış almasına sebep olmakta. Böylesine büyük ve susuz bir coğrafyanın içerisindeki Okavanga Deltası, küçük nehir, kanal ve lagünlerinde sahip olduğu su ve yeşillik nedeniyle hayvanlar için tam bir cennet. Nehrin suları sayesinde çok keyifli bir safari cennetine dönüşmüş bir doğal yaşam sığınağı. Belki de, Gezegenimizin en büyük vahası. Delta, 2013 senesinde Tanzanya’da resmi olarak açıklanan “Afrika’nın 7 Doğa Harikası”ndan biri olarak seçilir. UNESCO da, Deltayı 2014 senesinde Dünya Mirası Listesine dâhil eder. Listedeki 1.000nci yer olması da güzel bir tesadüftür.
Nehrin tüm sularının kaynağını oluşturan Angola topraklarına ekim-nisan ayları arasında düşen yağışların bıraktığı su, nisan ayı başlarından itibaren Deltaya ulaşmaya başlar ve suyun seviyesi yavaş yavaş yükselir. Bu dönem, Deltanın en canlı olduğu dönemdir. Kurak dönemi atlatmayı başarmış kurbağalar, kartal saldırılarından kurtulabilmiş yayın balıkları, filler, timsahlar, antiloplar için bol su ve bol yiyecekle geçecek güzel bir dönem. Turistler ve doğa fotoğrafçıları için de “en iyi zaman”. Kasım ayı sonlarına doğru sıcak hava ve buharlaşma nedeniyle su seviyesi tekrar azalmaya başlayacak, su birikintileri kaybolacak ve yarı çöl haline dönmeye başlayacaktır.

Öğlen saatlerinin yakıcı sıcaklığı geride kalırken 4×4 aracımızla safari zamanı geliyor. Hayvanların da ağaç gölgelerinden çıkıp yiyecek peşinde olduğu en hareketli saatlerdeyiz. Aracımızı, bölgeyi iyi bilen siyahi Jones kullanıyor. Yanında da Delta kıyısındaki küçük bir köyde doğmuş, burada yetişmiş, Mabukuschu kabilesine mensup tecrübeli bir iz sürücü olan 67 yaşındaki Simon var. Aslında hepsinin asıl isimleri kabile yaşlılarının verdikleri, yerel dillerindeki isimler ama telaffuz zorluğu ve Hristiyan bağları nedeniyle bize tanıdık gelen isimler kullanıyorlar.
Afrika’daki tüm ulusal parklar ve koruma alanlarında geçerli olan park kurallarına göre safari araçlarının toprak yollar üzerinde kalması ve “grass” ya da “bush” denilen, sararmış otlarla dolu bölgeye girmemesi gerekiyor. Çünkü buradaki otlar, hayvanların beslenebilmesi için çok önemli. Bazı parklarda bu kural çok sıkı denetleniyor. Maalesef bu kural nedeniyle daha önceki Afrika safarilerimde, birçok leopar ve yavru aslan fotoğrafını uygun bir açıdan çekebilme imkânından mahrum kalmıştım. Ama Okavango Deltasında coğrafyanın büyüklüğü ve Kenya, Tanzanya gibi safari destinasyonlarının aksine çok az sayıda ziyaretçi olması sayesinde böyle bir sınırlamanın olmaması, onu çekici kılan diğer bir avantajı.
Hareketimizden on beş dakika kadar sonra geniş bir düzlükte sakin sakin otlayan büyük bir Afrika mandası (African Cape Buffalo) sürüsü ile karşılaşıyoruz. Sürüde “bu yeni yabancılardan bir tehlike gelir mi” tedirginliği başlıyor. Bütün sürü otlamayı bırakıp pür dikkat biz yeni gelenleri izlemeye başlıyor. Bu hayvanların enteresan bir davranış özelliği, kendilerine zarar verebilecek bir tehlikeyi hissettiklerinde gördükleri şeyi merak etme dürtüsüyle yavaş yavaş yakın bir mesafeye kadar yaklaşmaları. Simon, gruba bunu hatırlatıyor. Sessizce izlemeye başlıyoruz. Biraz dikkatli bakınca grubun içinde lider konumundakiler kolayca ayırt ediliyor. İyice yaklaşıp bir süre dikkatle izliyorlar. Tehlike olmadığından iyice emin olduklarında da yavaşça uzaklaşıp tekrar karınlarını doyurmaya devam ediyorlar. Güneşin iyice ufuk çizgisine yaklaştığı saatler… Yürüyen hayvanların savananın otlarını ezmeleri, onlarca beyaz renkli sığır balıkçılını (cattle egret) da cezbetmiş durumda. Aslında balıkçıl olmalarına rağmen büyük manda sürüleriyle birlikte ezilen toprağın içindeki taze solucan, çekirge ve küçük yılanların peşindeler. Havalanıp tekrar toprağa konmaları, mandaların üzerinde kanat çırpışları ters güneş ışığında harika görüntüler veriyor.

Arazinin ağaçlardan arınmış bir bölgesinde, düzlüğün tam ortasında, bütün görkemiyle dev bir ağaç yükseliyor. Uzun seneler önce, ilk kez Mozambik’te gördüğüm bu enteresan ağacın ismini çok merak etmiştim, “baobap”. Kalın gövdesi dev bir sütun gibi yükseliyor. Tepeye çok yakın bir yerde, gövdeye oranla incecik diyebileceğimiz kalınlıktaki ana dallara ayrılıyor. Bir sonraki dallar ise son derece ince ve çok az yaprağa sahip. Yaklaşık iki bin sene yaşayabiliyorlar. Akdeniz coğrafyasında en uzun süre yaşayabilen ağacın zeytin ağaçları olduğu, onların da altı yüz sene kadar yaşayabildiği gerçeği ile kıyasladığımızda, bu ağaçlar Afrika tarihinin canlı birer şahitleri gibiler. Birçok Afrika kabilesinin de onları kutsal kabul ettiklerini de duyduğum o günden beri tüm baobaplara karşı derin bir saygı duymaktayım.
Güneşin son dakikalarında geceyi geçireceği ağacın üzerine çıkmış bir “sekreter kuşu” dikkatimizi çekiyor. İncecik uzun bacakları, tıpkı bir sekreter gibi kırıtarak yürüyüşü ve sanki sonradan takılmış takma kirpikler gibi upuzun kirpikleri nedeniyle Afrikalılar tarafından “sekreter” olarak adlandırılırsa da aslında bir tür kartal ve bilimsel ismi de yer kartalı (ground eagle). Tıpkı sığır balıkçılları gibi küçük yılan, çekirge ve küçük farelerle beslenen, bembeyaz tüylere sahip, çekici ve güzel bir hayvan.
Bu öğleden sonraki safarinin (game drive) sonlarına yaklaşıyoruz. “Happy Hour” zamanı. Küçük bir göl kıyısında duruyoruz. Şoförümüz bir kez daha araçtan fazla uzaklaşmamamızı hatırlatıyor. Son derece haklı. Yaban yaşamı içindeyiz. Nerede ve ne zaman bir aslanla karşılaşacağımızın belli olmadığı, özgür topraklardayız.
Hep birlikte muhteşem bir günbatımı izliyoruz. Güneşin son ışıklarının göl üzerindeki yansımaları olağanüstü bir fotoğraf karesi. O kadar değişik hayvan sesleri duymaya başlıyorum ki, iliklerime kadar Afrika’da olduğumu duyumsadığım özel bir an daha. Her insanın mutlaka kendisini mutluluk dolu hissettiği bir yer vardır. Benim ise sanırım kısaca ‘doğada olmak’…
Güneşin batışı inanılmaz bir şölen. Portakal renginden mora, pembeden kırmızıya en çılgın renkler, ağaçların üzerine tünemiş kuşlar, uzaklarda çakan şimşekler… Müthiş güzelliklerle dolu bir ortam. Çılgın bir Afrika’nın tam ortasındayız.
Karanlık iyice bastırmadan kaldığımız tesise dönmeliyiz. Huzur ve mutluluk içinde aracımıza bindiğimiz sırada yirmi – yirmi beş metre kadar ileriden üç büyük karaltı geçiyor; üç büyük fil. Küçük göle doğru gidiyorlar. Hareketimizi biraz daha geciktirebiliriz. Bol bol su içtikten sonra, yine ağır ağır yürüyerek karanlığın içinde kayboluyorlar.

Ertesi sabah, tanyeri ağarırken çok farklı kuş sesleri ile uyanıyorum. Dışarıda çok güzel bir hava var. Gökyüzünde sadece sabahyıldızının kaldığı bir an. Fotoğraf çantamı alıp hemen dışarı çıkıyorum.
Keyifli bir sabaha güzel bir başlangıç. Daha motorumuzu çalıştırıp hareket etmemizin üzerinden beş dakika bile geçmeden günün ilk sürprizi karşımızda. Toprak yolda ağaçların kapattığı virajı döndüğümüzde on-on iki hayvanlık bir fil grubu ile karşılaşıyoruz. Anneler, teyzeler, halalar, yavrularla birlikte tam bir bayanlar topluluğu. Ansızın karşılarına çıkan biz davetsiz misafirlerden oldukça rahatsız olmuş gibi görünüyorlar. Üç tanesi, iri cüsseleri ile yolumuzun üzerinde dikilip kulaklarını sürekli geriye doğru vurarak yavaş yavaş geri çekiliyorlar. En öndeki grup liderinin korumacı agresif tavırları müthiş. Ortalık karışmaya başlıyor, panik içinde ikiye ayrılıyorlar. Grubun yarısı yolun sonundaki ağaçların içinde, diğer yarısı da sağ tarafta kalıyor. Annesini arayan yavru bir fil, bizden uzakta geniş bir yay çizerek yolun soluna geçmeye çalışıyor. Telaşlanmaya başlayınca, annesi sol taraftaki ağaçların içinden haykırışlarla çıkıp geliyor. Yolumuzun üzerinde iki iri fil var. Sağ taraftakiler de panik içinde sol tarafa geçerek grubu tamamlıyorlar. Herkes emniyetli tarafa geçtiği, birbirleri ile buluştukları için sanırım artık bir nebze rahatladılar. Yolun üzerindekiler de yavaş yavaş geri çekilip ağaçların arasında kaybolmaya başlayınca biz de ağır ağır hareket ediyoruz.
Afrika yerlilerinin “uçan muz” adını verdikleri sarı boynuzgaga’ların (yellow hornbill) şamataları rüzgârın sesine karışıyor. Yoğun ağaç dokusunun altında sabah mahmurluğunu üzerinden atmaya çalışan babun (bir maymun türü) sürüsü görüntüleri için hoş bir duraklama anı. Daha on beş dakika bile olmadı ama bu kadar güzel bir fauna karşısında keyifleniyorum. Vahşi Afrika’nın özgür kalabilmiş bu özel yöresinde, önümüzdeki üç günde her şey çok keyifli geçecek gibi görünüyor.
Deltadaki keyifli aktivitelerden birisi de mokoro adı verilen geleneksel ağaç oyma teknelerle kanallar boyunca yapılan gezintiler. Biz, çok daha uzaklara gitmek ve bir örücü kuş sürüsünün yuvalarını yaptığı bir ağacı fotoğraflamak istediğimiz için mokoro yerine alüminyum sürat teknesini tercih ediyoruz. Lagünün sakinliğinde çiçeklerini açmış yüzlerce nilüfer, eşi bulunmaz bir görüntü sergiliyor. Onları geride bırakıp lagünün bağlantısını sağlayan su kanalına girdiğimizde aniden yan kanaldan gelmekte olan yalnız bir erkek fille karşılaşıyoruz. Yoluna çıkmış olduğumuza öfkeleniyor. Afrika’daki doğal yaşam ölümlerinin birinci sırasında hipopotam saldırılarının, ikinci sırada da fil saldırılarının olduğunu iyi bildiğimden küçük bir tekne içinde bir fil saldırısına uğramak hiç te güzel bir şey değil. Sürücümüz teknenin motorunu hızlandırıyor. Tehlike çok gerilerde kalıyor.
Sarı renkli örücü kuşlarının erkekleri yuvayı hazırlar. Bin bir zahmetle taşıdığı çalı parçaları ve kuru otlarla hazırladığı yuvasını, diğer yumurta düşkünü yırtıcılardan uzak tutabilmek için ağaç dallarının en uçlarında yapar. Girişleri de, yine yuvaya ulaşabilmeyi engelleyebilmek amacıyla ters yönde, aşağı tarafa açılır. Yuvayı tamamlayan erkek, dişiyi yuvaya davet eder. Şayet, bu mühendislik harikası yuva, dişi tarafından beğenilmezse yine dişi tarafından darmadağın edilir. Erkek, tekrar uzunca bir çaba gerektiren yeni bir ev inşa etmek zorunda. Afrika, işte böylesine gizemlerle dopdolu…

Üç günlük Okavango maceramızda bolca aslan, çita, zürafa, fil, zebra, gunu (wildebeest), Afrika mandası, hipopotam, benekli haina ile antilop ailesinden impala, leçve, tsessebe, springbok, kudu, sable antilopları fotoğrafı çekiyoruz. Soyu tükenmekte olan canlılar listesinin en başlarında yer alan ve Okavango’da da en yoğun nüfusa sahip olan yaban köpeklerini (Cape wild dog) görememiş olmaktan dolayı içimiz biraz buruk ama gruptaki kuş gözlemci dostlarımız çok daha farklı türleri fotoğrafladıkları için bizlerden daha mutlu görünüyorlar. Aslında gördüklerimiz, Afrika’nın güneyindeki pek çok koruma alanı ve ulusal parkta görülebilecek hayvanlar ama Okavango’nun muhteşemliği, onun eşi bulunmaz doğasında ve insana sunduğu huzur atmosferinde.
Böylesine güzel bir cennetin varlığı, tamamen Angola’daki yağışlarla gelen nehir suyunun miktarına bağımlı. Gezegenimizin tükenişine doğru gidişi tetikleyen aşırı erozyon, yanlış toprak ve su kullanımı, ağaçsızlaştırma gibi olumsuz çevresel değişim faktörleri, 20nci yüzyılın sonlarında ciddi bir iç savaş yaşamış yoksul ülke Angola’da da kendini hissettiriyor ve Deltanın geleceğini tehdit edecek boyutlara ulaşmasından çekiniliyor. Çevreci örgütler tarafından dile getirilen bir başka problem de Namibya Hükümetinin Zambezi Nehri üzerinde kurmayı planladığı hidroelektrik santralin Okavango’ya olan akışı değiştireceği ve bunun da doğal yaşamı çok olumsuz bir biçimde etkileyeceği hususu. Tüm dileğimiz, hükümetlerin sağlıklı kararlar alarak bu çok değerli yaşam alanının yüzyıllardır süregeldiği gibi yaşamaya devam edebilmesi…
Dr. Faruk BUDAK